jump to navigation

Hayat Dersi 12/26/2010

Posted by TURKSpedia in Damar Yazilar, DUYGUSAL.
Tags: , , , , ,
add a comment

Bir gün bir felsefe profesörü, elinde bazı malzemelerle derse gelir.

Ders başladığında;

Hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe kavanozunu alır.
Sonra da kavanozu ağzına kadar tenis topları ile doldurur.

Ardından öğrencilerine kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Bütün öğrenciler hep bir ağızdan dolduğunu söylerler.

Bunun üzerine;

profesör önündeki kutulardan birinden aldığı çakıl taşlarını,
kavanoza döker.

Çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları
doldurmaya başlar.

Profesör yeniden kavanozun dolup dolmadığını sorar.

Öğrenciler yine hep birlikte;

‘evet doldu’ derler.
Profesör bu defa da, masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve
içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.

Tabii ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları
doldurur.

Profesör yine aynı soruyu sorar.
Öğrenciler de yine koro halinde ‘evet doldu’ derler.

Profesör bu kez ise masanın altında hazır bekleyen iki fincan
kahveyi alır.

Başlar kahveyi kavanozun içine dökmeye.
Bu kez de kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur.
Bunun üzerine öğrenciler gülmeye başlar.

Ardından profesör öğrencilerine nasihat etmeye başlar;
‘Bu kavanoz sizin hayatınızdır.

Tenis topları;
Hayatınızdaki önemli şeylerdir.
Yani aileniz, çocuklarınız, sağlığınız, arkadaşlarınız gibi.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bunlar hayatınızı doldurmaya yeter.

Çakıl taşları ise;
Sizin için daha az önemli olan diğer şeylerdir.
Yani işiniz, eviniz, arabanız gibi.

Kum ise;
diğer ufak tefek şeylerdir.

Şayet kavanoza önce kum doldurursanız;
Çakıl taşlarına ve özellikle de tenis toplarına yeterli yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir.

Vaktinizi ve enerjinizi;
Ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz;
Bu defa da önemli şeyler için vakit kalmayacaktır.

Dikkatinizi mutluluğunuz için önemli olan şeylere çevirin.
Çocuklarınızla oynayın.
Sağlığınıza dikkat edin.
Sevdiklerinizle yemeğe çıkın.
Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın.

Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin.
Öncelikleri, sıralamayı iyi bilin.
Gerisi hep kumdur.’

Bu arada bir öğrenci merakla şu soruyu sorar;
Hocam peki, o iki fincan kahve nedir?’
Profesör gülerek cevaplar;

‘Bu soruyu bekliyordum.
Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun;
Her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek
kadar yer vardır.’

Meksikali Balikci 12/26/2010

Posted by TURKSpedia in Damar Yazilar, DUYGUSAL.
Tags: , , , , , ,
1 comment so far

Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı işadamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla konuşur.

Kayığın içinde, henüz tutulmuş birkaç ton balığı bulunmaktadır.

Amerikalı iş adamı balıkların iriliğinden dolayı balıkçıyı över ve bu birkaç balığı ne kadar zamanda yakaladığını sorar.

Balıkçı, ´Fazla sürmedi, senyör´ der.

Amerikalı hayretle sorar: ´Öyleyse neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?´

´Bu kadarı bugünlük aileme yeter.´

´Peki´, der Amerikalı iş adamı.

´Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?´

´Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.´

Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.

´Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir´ der.

´Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.´

Balıkçı hayretle sorar: ´Niçin senyör?´

´Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.´

´Sonra senyör?´

´Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.´

´Sonra senyör?´

´Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.´

´Sonra senyör?´

´Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.´

´Sonra senyör?´

´Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.´

´Sonra senyör?´

´Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.´

´Sonra senyör?´

´Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.´

´Sonra senyör?

´Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla birşeyler içip gitar çalarsın.´

´Ben bunları yapıyorum zaten senyör!.

Sevgi üç türlüdür!.. 12/26/2010

Posted by TURKSpedia in Damar Yazilar, DUYGUSAL.
Tags: , , , ,
add a comment

…. “Sevgi üç türlüdür!..” ….

Masumi Toyotome adında bir Japon yazmış. “Dünyada sevilmek istemeyen kişi yok gibidir” diye başlıyor.

– “Ama sevgi nedir, nerede bulunur, biliyormuyuz?” diye soruyor…Sonra anlatmaya başlıyor:

– “Sevgi üç türlüdür!..”

Birincinin adı “Eğer” türü sevgi!.. Belli beklentileri karşılarsak bize verilecek sevgiye bu adı takmış yazar..

Örnekler veriyor: Eğer iyi olursan baban, annen seni sever. Eğer başarılı ve önemli kişi olursan, seni severim. Eğer eş olarak benim beklentilerimi karşılarsan seni severim. Toyotome “En çok rastlanan sevgi türü budur” diyor. Bir şarta bağlı sevgi.. Karşılık bekleyen sevgi.. “Sevenin,istediği birşeyin sağlanması karşılığı olarak vaad edilen bir sevgi türüdür bu” diyor yazar..

– “Nedeni ve şekli bakımından bencildir. Amacı,sevgi karşılığı bir şey kazanmaktır.” Yazara göre evliliklerin pek çoğu “Eğer” türü sevgi üzerine kurulduğu için çabuk yıkılıyor. Gençler birbirlerinin o anki gerçek hallerine değil, hayallerindeki abartılmış romantik görüntüsüne aşık oluyor ve beklentilere giriyorlar. Beklentiler gerçekleşmediğinde de, düşkırıklıkları başlıyor. Sevgi giderek nefrete dönüşüyor. En saf olması gereken anne baba sevgisinde bile “Eğer” türüne rastlanıyor.
***

İkinci türe geçiyoruz: “Çünkü” türü sevgi… Toyotome bu tür sevgiyi şöyle tarif ediyor: “Bu tür sevgide kişi, birşey olduğu, birşeye sahip olduğu ya da birşey yaptığı için sevilir. Başka birinin onu sevmesi, sahip olduğu bir niteliğe ya da koşula bağlıdır”.

Örnek mi?.. “Seni seviyorum. Çünkü çok güzelsin. (Yakışıklısın!)” “Seni seviyorum. Çünkü o kadar popüler, o kadar zengin, o kadar ünlüsün ki..” “Seni seviyorum. Çünkü bana o kadar güven veriyorsun ki..” “Seni seviyorum.Çünkü beni üstü açık arabanla, o kadar romantik yerlere gotürüyorsun ki..

– ” Yazar, Çünkü türü sevginin, Eğer türü sevgiye tercih edileceğini anlatıyor. Eğer türü sevgi, bir beklenti koşuluna bağlı olduğundan büyük ve ağır bir yük haline gelebilir. Oysa zaten sahip olduğumuz bir nitelik yüzünden sevilmemiz, hoş birşeydir, egomuzu okşar. Bu tür, olduğumuz gibi sevilmektir. İnsanlar oldukları gibi sevilmeyi tercih ederler. Bu tür sevgi onlara yük getirmediği için rahatlatıcıdır.

Ama derin düşünürseniz, bu türün, “Eğer” türünden temelde pek farklı olmadığını görürsünüz. Kaldı ki, bu tür sevgi de, yükler getirir insana.. İnsanlar hep daha çok insan tarafından sevilmek isterler. Hayranlarına yenilerini eklemek için çabalarlar. Sevilecek niteliklere onlardan biraz daha fazla sahip biri ortaya çıktığı zaman, sevenlerinin, artık ötekini sevmeye başlayacağından korkarlar. Böylece yaşama sonsuz sevgi kazanma gayretkeşliği ve rekabet girer.

“O zaman bu tür sevgide güven duygusu bulunabilir mi?” diye soruyor, Toyotome.. “Çünkü türü sevgi de, gerçek ve sağlam sevgi olamaz” diyor.

Peki o zaman, gerçek sevgi, güvenilecek sevgi ne?..”Ve işte sevgilerin en gerçeği!.

“Üçüncü tür sevgi benim ‘Rağmen’ diye adlandırdığım türdür” diyor yazar.

Bir koşula bağlı olmadığı için ve karşılığında birşey beklenmediği için “Eğer” türü sevgiden farklı bu.. Sevilen kişinin çekici bir niteliğine dayanıp, böyle bir şeyin varlığını esas olarak almadığı için “Çünkü” türü sevgide değil. Bu üçüncü tür sevgide, insan “Birşey olduğu için” değil, “Birşey olmasına rağmen” sevilir. Güzelliğe bakar mısınız?.. Rağmen sevgi..

Esmeralda, Qusimodo’yu dünyanın en çirkin, en korkunç kamburu olmasına “rağmen” sever. Asil, yakışıklı, zengin delikanlı da Esmeralda’ya çingene olmasına “rağmen” tapar!..”Kişi dünyanın en çirkin, en zavallı, en sefil insanı olabilir. Bunlara ‘rağmen’ sevilebilir. Tabii bu sevgiyle karşılaşması şartı ile..

– ” Burada insanın, iyi, çekici ya da zengin konum edinerek sevgiyi kazanması gerekmiyor. Kusurlarına, cahilliğine, kötü huylarına ya da kötü geçmişine “rağmen” olduğu gibi, o haliyle sevilebiliyor. Bütünüyle çok değersiz biri gibi görünebiliyor ama en değerli gibi sevilebiliyor.

Japon yazar “Yüreklerin en çok susadığı sevgi budur” diyor. “Farkında olsanızda,olmasanız da, bu tür sevgi sizin için yiyecek, içecek, giysi, ev, aile, zenginlik, başarı ya da ünden daha önemlidir.” Bunun böyle olduğundan nasıl emin?.. Haklı olduğunu kanıtlamak için sizi bir teste davet ediyor.. Şu soruma cevap verin” diyor.

– “Şu anda en sevdiğiniz kişinin sizi sadece kendi çıkarı için sevdiğini anladığınızı bir düşünün.. Dünya birden bire başınızın üstüne çökmezmiydi?. O an yaşam size anlamsız gelmez miydi?.”

Son sözlerinde biraz umutsuz, Toyotome.. “Bugün yaşadığımız toplumda herkesi doyuracak bu sevgiyi bulmak zor. Çünkü herkesin sevgiye ihtiyacı var.. Kimsede başkasına verecek fazlası yok” diye açıklıyor..

Anlatıyor.. Peki bu dünyada sevgi ne kadar var?.. Yazara göre, açlığımızı biraz bastıracak kadar.. Ve de yemek öncesi tadımlık gelen iştah açıcılar gibi.. Bu minnacık tadım, bizi daha müthiş bir sevgi açlığına tahrik ve teşvik ediyor. Bu minnacık tadım sevgiye ne kadar muhtaç olduğumuzu anlatıyor. Büyük bir hırsla ana yemeğin gelmesini ve bizi doyurmasını bekliyoruz.. Hani nerede?.. Hepsi o.. Ve asıl çarpıcı cümle en sonda.. “Dünyadaki en büyük kıtlık, ‘rağmen’ türü sevginin yeterince olmayışıdır!..”

Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin!.. 12/26/2010

Posted by TURKSpedia in Damar Yazilar, DUYGUSAL.
Tags: , , , ,
add a comment

Bir kadını ağlatırken çok dikkat edin!..Çünkü Allah gözyaşlarını görür ve sayar.
Kadın,erkeğin kaburgasından yaratıldı.Ayaklarından yaratılmadı,ezilir diye.Başından da yaratılmadı,üstün olmasın diye…………….Ama göğsünden yaratıldı.Eşit olsun diye…Kolun biraz altında yaratıldı,Korunsun diye…Kalp hizasında yaratıldı,Sevilsin diye….

CANIM YALNIZCA SEVMEK İSTİYOR SENİ..

Canım yalnızca sevmek istiyor seni. Unutup, tekrar hatırladığım çok sevdiğim bir şarkıyı hiç bıkmadan defalarca ara vermeden içten içe mırıldanıp zamandan koparıp alır gibi..
Canım yalnızca sevmek istiyor seni. Saçlarını yüzünden ayırıp, gözlerini kirpiklerinden, ellerini bileklerinden, ismini bedeninden ayırıp, ayrı ayrı bir evin odalarını gezer gibi, keşfeder gibi, ilk kez ve merakla ve hayranlıkla, bir kırmızının detayında dakikalarca takılıp bakar gibi canım yalnızca sevmek istiyor seni..
Canım yalnızca sevmek istiyor seni, nereye varacağını bilmediğim bir kaçamak yolculuğa, sırf aklıma esti diye, sevdiğim hiçbir eşyayı almadan yanıma çıkar gibi..Süregelen bir sevgiyle değil, öğretilmemiş, bilmediğimiz biçimlerde, kuşların kanatlarını açıp, özgürlüğe süzülmesine yarayan içgüdüleriyle, içimden geldiği gibi canım yalnızca sevmek istiyor seni.Tarifsiz bir hisle sevmek istiyorum seni.
Tatlı, ekşi ya da tuzlu değil, bilmediğim bir tatla, bir duyguyla.Öyle, bir meyvenin tadını alır, bir kitabın adını okur gibi değil; bir yaz günü tenine vuran sıcaklığı gibi güneşin, serin bir akşamın denizden esen rüzgarıyla içine işlediği yosun kokuları gibi, anlatamadığın ama bırakmak istemediğin, bitmesini istemedigin bir hisle..

Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir!.. 08/17/2010

Posted by TURKSpedia in DUYGUSAL.
Tags: , ,
add a comment

“İşlerim çok. Başka hiçbir şeye bakamıyorum.”

 Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, büyük ihtimalle katil olacağım.

Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar ‘çok yoğun’; bir şey anlatmak için söz verip haftalarca sesi çıkmayanlar ‘çok yoğun’; benden başka herkes ama herkes çok yoğun.

 ‘Aaa tabii; onun için konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Çalışmaktan haberi yok.’

İstesem ben de ‘çok yoğun’ olabilirim. ‘Bugün şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkaç ay içinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım…’

Hayatı boşvermek istedikten sonra ‘yoğun’ olmaktan kolay mazeret yok ki.

Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe çıkıp, dizi izleyip yaşayarak da ‘yoğun’ olabilirsiniz.

‘Sinemaya gidemem ki, bugün temizlik yapacağım.’ E yapma.

‘Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki…’

Kâinatın en saçma ve zekâ özürlü mazereti. Yani ‘kafama uçan daire düştü, hastanedeydim’ deseniz daha inandırıcı olur.

Normalde hiç kimse hayatının 24 saatini çalışarak geçirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek için ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi?

Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak ‘çok çalışıyorum’u kesinlikle kabul etmiyorum.

Eğer biriyle aylarca görüşmüyor ve ‘işlerim var, ondan’ diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:

a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak çalışırken araya kimseyi katamam.

Merdiven çıkarken çiklet de çiğneyemem. Hayatım allak bullaktır.

Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.

b) Seninle görüşmek istemiyorum.

c) Ciddi anlamda işlerim yüzünden görüşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gerçekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?

(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hiç kimse beni birinci şıkka inandıramaz.

Çünkü biriyle görüşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.

Bu aralar üst üste birkaç kişiyle bu ‘çok çalışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum’ muhabbetini yaşadım; konuya o yüzden taktım. Bir insandan örnek vereceğim. Şu an için kendimi örnek veremem çünkü ‘evde çalışan yazar’ olduğum için kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum.

Gerisi beni hiç ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Öğrencilik hayatım boyunca hiçbir zaman derslerin, sınavların, çalışmaların, zevklerimin önüne geçmesine izin vermedim. Benim için okul her zaman ikinci plandaydı.

Eğer çok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava çalışmayı birkaç saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi günü ödev yetiştirmeye oturmadan önce gezmek istediyse çıkıp gezdim; ders çalışmayı planladığım gece bir arkadaşım ‘haydi sinemaya gidelim’ dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Çünkü benim için ‘sevdiğim insanlar’ ve ‘kendime vakit ayırdığım hayatım’ herşeyden önemliydi.

Hayatımda hiç kimseyi ‘çalışmam gerek’ diye geri çevirmedim.

Bir arkadaşa ‘hayır, eve gideceğim’ dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı.

En önemli işin başında da olsam, bir dostum ‘seninle konuşmaya ihtiyacım var’dediğinde ben tüm işleri bırakırım.

Çünkü hiçbir şey, çevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yüreklerden daha önemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey.Hırslarla, kıskançlıklarla ve eşek gibi çalışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli. Elbette boş boş oturun demiyorum.

Çünkü hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle geçireceğiniz zamanın tamamını çalıyorsa, inanın bunda büyük bir terslik vardır. Kendini çalışmaya ciddi bir biçimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gömülmeyi kendi özgür iradesiyle seçen kişiler de var tabii. Ben böylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu, kesinlikle tahammül edebileceğim bir kişilik tarzı değil.

Neyse, geçeyim örnek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma’da yaşadım.

(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım…)Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de görüşüyorduk; aynı apartmandaydık.)

Adam her sabah en geç altıda işe gitmek zorundaydı. (Mühendisti galiba. Maden ocaklarına çıkıp oradaki işleri yürütüyordu.)Yani haftanın beş günü, ciddi anlamda ‘sabahın körü’diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta içi başka hiçbir şeye vakit ayıramadığını düşünürsünüz, değil mi?

En azından benim hayatımdaki ‘yoğun insanlar’ için bu çalışma tarzı

‘işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu’ düzenini gerektiriyor.Ve hafta sonları da ‘hafta içinin yorgunluğunu bir türlü atamıyorum’ diye evde yatarak geçirilirdi. Aşırı yoğun çalışma temposu yüzünden bunlara laf da söylenmezdi. Çünkü ‘çok çalışıyorum, görmüyor musun?’ demeleriyle, her türlü tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası böyle mi yaşıyordu?

Büyük harflerle cevap veriyorum:

HAYIR, ASLA…

Akşam eve döndüğünde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi.

Bu adam işinin dışındaki tüm vaktini sevdikleriyle geçirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi.

Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili’ye ya da Aliağa’ya yemeğe giderdik. Asıl çarpıcı örneğimi daha vermedim.Haftanın her günü sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de çalışıyordu galiba)

evlilik yıldönümünde karısını Soma’ya iki saat uzaklıkta olan İzmir’e götürdü. Hayır, hafta sonu değil. BÜTÜN GÜN çalıştığı bir günün akşamında eğlenmek için gittiler ve gece yarısını geçe döndüler. Ertesi gün de bu adam tekrar sabahın köründe işine gitti!!!

Hiç kimse bana hiçbir şey için ‘çok meşgulüm, çok yoğunum, vaktim yok da ondan’ gibi bir mazeret sunmasın.

Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği içindir. Eğer benimle görüşmüyorsa, görüşmek istemediği içindir. Ben başka HİÇBİR mazereti kabul etmiyorum. Son örneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Çünkü gerçekten başka hiçbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama müsaadenizle ben bu konuyla ilgili söylenmiş ve gerçekten çok hoşuma giden sözlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin çerçeveleterek duvarına asması gerek. ‘İşim var, vaktim yok’ diye saçmalamaya ve daha da korkuncu bu saçmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:

-İşinizin çok önemli olduğunu düşünüyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi biçimde bozulduğunun en açık göstergesidir.(Bertrand Russell)

-Mutluluğun formülü, gerektiğinde önemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir.(Edward Newton)

-Bitap bırakan günlük yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Çehov)

-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P.Smith)

-Kalitenizin ölçüsü, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır.

Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile ölçülür.(Irwin Edman)

-Babam bana çalışmayı, fakat işin esiri olmamayı öğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gülmenin iş kadar; hatta ondan da önemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)

-Boş zamanı iyi değerlendirmek, çok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)

VE BENİM FAVORİM:

‘Yeterli zamanım yok deme. Büyük insanların da günleri 24 saattir…’

CAN DÜNDAR